İbâdet, ruhun Allah'a doğru
yükselmesidir. İnsan için ibâdet, hususiyle bunalma zamanlarında,
en büyük bir teselli, ruhî istinad, huzur ve kuvvet kaynağıdır.
İbâdetten maksad, Allah'ı anmak ve kendini O'nun huzurunda görerek
bu sayede hayvanî heves ve ihtirasların şiddetini kırmak,
insanlara merhamet, şefkat ve sevgi hisleriyle bakmak ve bağlanmak,
vücudu ve ruhu daimî bir temizlik içinde tutmaktır. Buna
herkesin ihtiyacı vardır. İnsan, zengin-fakir,
kuvvetli-zayıf ne vaziyette bulunursa bulunsun, mânevî bir desteğe
ve bir enerji ihtiyatına daima muhtaçtır. Bunu herkes kendi
hayatında ve kendisiyle başbaşa kaldığı
zaman duyar ve tecrübeleriyle bilir.
Hiçbir eğlencenin bizi eğlendiremediği
zamanlarımız, hiçbir devanın dindiremediği acılarımız
oluyor. Hiç düşmeyeceğini sananlar günün birinde düşüyor,
kimseye muhtaç olmayacağını umanlar günün birinde
zaruret içinde kıvranıyor. Hastalık ve sağlık
gibi haz ve keder de insan içindir. Öyle me'yus ve kederli anlarımız
oluyor ki, bu anlarda en yakınlarımızı bile,
kendimizden uzak hissediyor ve bunalıyoruz. İşte o zaman,
fakat maalesef çok kere sadece o zaman, mâneviyat ihtiyacı
duyuyoruz. Din ve mâneviyat, tıpkı sağlıkta kıymeti
bilinmeyen sıhhat gibidir.
İtalyan fikir ve devlet adamı
Francesko Nitti'nin dediği gibi, "Allah'a îman; nasıl
bir şekilde tecelli ederse etsin ve nasıl bir din formasına
bürünürse bürünsün, hiçbir ilmî ve felsefî doktrinin tatmin
edemeyeceği bir ruh ve bir insan iç ihtiyacına cevab
vermektedir.
İnsanlar muhtaç oldukları
iç huzurunu ve ruh sekînetini, daima dinde ve mâneviyat sırrında
arayacaklardır. Şuna inanmalıdır ki, ruhlarında
îman etme istidadı taşıyan insanlar için, Allah'a îmanın
yerini hiçbir şey dolduramaz. Ve bir iç disiplini olarak, dînin
kudret ve metanetine hiçbir siyasî veya ictimaî doktrin yetişemez.
Fakat dînin bu disiplin kudreti ve insanda iç huzuru ve sekîneti
meydana getirme sırrı, ibâdette gizlidir. Ferd, bu sırrın
derinliğine ancak, ibâdet ile nüfûz edebilir."
Elhâsıl ibâdet, ferdi Hâlik'ına
(Yaradan'ına) yaklaştırmak suretiyle, onda zengin bir mâneviyat
kuvveti yaratır. Ve insandaki (mukaddesat) duygusunu (sens du sacrŽ)
inkişaf ettirir. İnsan, ibâdet ve dua ile Allah'a yükselir.
Ferd, bu kuvvet ve bu duygu sayesinde, hayatın binbir güçlüğüne
karşı kendinden kolayca mukavemet imkânı bulur.
Dikkat edersek, mâneviyat
kuvvetinden mahrum olanlar, bunalma anlarında selâmeti ya
kendilerini sefahatle avutmakta veya kilimin dört ucunu bırakıp
serseriliğe vurmakta, yahut da intihar etmekte arar. İyi günlerinde
mâneviyatı hiçe sayanlardır ki, uğradıkları
bir felâket karşısında kederden hasta olup ölürler.
Hakikî dindarlardan ne sefih ve
serseri olanı görülmüş, ne de kederinden hasta olup
intihara kalkışanı işitilmiştir. Çünkü
dindarın nazarında, fâni bir dünyanın çok kısa
bir hayatı ve çabuk geçici zevki, kederden kıvranmağa
değmez.
Bunun içindir ki bir memlekette mâneviyat
bağları çözüldüğü zaman, sefahet ve her çeşit
cinayet alıp yürür, intiharlar çoğalır ve insanlar
birbirinin kudurmuş kurdu olur, kimsenin kimseye güveni kalmaz.
Kardeşler birbirine göz koyar, evlât ana-babalarını,
talebe hocalarını vurup öldürür. En yüce mevkilere yükselmiş
devlet adamları, ellerini en âdî ve iğrenç işlere
sokup bulaştırır.
Fakat garibi şudur ki, bütün
bu sefalet ve redâetlerin hakikî sebebleri aranmaz. Herkes birbirini
ayıplar ve itham eder. Fakat asıl ayıbın, nereden neş'et
ettiği üzerinde durulmaz. Emin olunuz, hakikî sebeb, ruh boşluğudur;
asıl ayıp, mâneviyat ve mes'uliyet duygusu yokluğudur.
(Ali Fuad Başgil, Din ve Lâiklik)
|